ESMANUR SEÇKİN

Çıkışını, hiç farkına varmadan bunca sene yavaş yavaş kendi elleriyle kapatmışsa yine de nasıl yaşadığının bir önemi kalmayıp, kurtuluşu için ona bir çift kanat bahşedebilir mi inanç? 
Başını kaldırıp baktığında gördüğü manzara hoşnut etmiyor. Yılların, adeta yaşam yolunu çizdiği kenarları kırışık gözlerine bir tablo gibi yansıyor gökyüzü. Ama her an bir şey hatırlar gibi bakan kısık gözlerinden geçip zihnine düşen resim, gerçekle inatlaşıp ona yüz çeviriyor. Hayatın, devamını merak etmesi için kendisine oynadığı hileli bir oyun olmalıydı bu. Gözlerinin önünde fütursuzca uçan kuşlar, hıncını alırcasına kanatıyordu yüreğini onun. Nerede bittiği bilinmeyen gök, göz kamaştıran kızıllığını bu yüreğe borçlu olsa gerek. 
Ah, zihindeki gerçeği yansıtmayan sesler. Dağ başında yalnız bırakılmış papatya gibi. Biraz ürkek, biraz özgür... Derin deryaların dalgaları gibi, sebepsiz aceleci ve sert esen rüzgârlara yenik düşmemek için direnir. O sesler yabancılık çeker, dallarıyla doğayı kucaklayan ağaçların arasında. Gözleri hiç yorulmayan arıları arar. Rastladığı küçük tırtılın yeni hayatını, güneş doğarken biraz daha uyumak isteyen kızılgerdanı, daldan dala konup koyu sohbetlere dalan serçeleri, görünce anlamsız bir hüzne dalmasını sağlayan sürüngenleri arar o sesler. Yalnızlığını yok edecek birkaç samimi dostun muhabbeti için ümidini yitirmeden bekler durur. 


Sesler, karanlık mağaranın içinde masal ejderhalarıyla baş başa olmak gibi. Cehennemden düşmüş bir parça ateş, açar gözlerinin önünü. Bu labirentin içinde, takati hiç bitmeyen tehlikeli seslerden kaçmanın yolunu bulmak hatta kurtulmak için yoğun çaba gerekir. İnsan, karanlıkta kendi sesiyle bir başına kalınca, “geçmiş canavarından” hiç tökezlemeden kaçabilir mi? Aydınlık gökyüzünü görebilmek için, girerken ardı sıra kapattığı geçidin kapısını tükenmek bilmeyen hırs ve ruhunda beslediği güçle açması gerekir.
Sesler, kendine benzeyeni bulunca çığlığa dönüşüyor. Arkasına dizdiği aynalarla kendinden binlercesini oluşturuyor. Hilesi, derin düşünülmediğinde göz korkutsa da çarpıp yere düşünce, “acı veren gerçekliğin” farkına varmasını sağlıyor o cılız sesler. Bir fare deliğini anımsatır gibi eşeliyor akıl duvarını. Günyüzü görebilmek için yeniden emeklemeye başladığında, sahte ışıklara aldanıp son nefesine yürüyen kaplumbağalar gibi yanlış olduğunun farkına bile varamadığı istikamette ilerliyor. 


Sesler, anlamının farkına varamadığında aklını tırmalıyor. Hiçbir ağacın misafir etmek istemediği ağaçkakan gibi iğneleyici vuruşlarla defalarca çalıyor düşünceler kapısını. Sıkıştırıp, zalimce eziyor saf fikirleri ve tüm o güzel anıları. Ölü bir beden olarak girdiği toprağın sahibi olan irili-ufaklı binlerce böcek, yumuşak gözlerini kemirerek, çürümüş bedeninden içeri yavaşça girdiğinde, beyninin -ona cehennemi yaşatan zihninin evi- kıvrımlarında, keyiflerinin yettiğince gezintiye çıkacak bu sesler. İşte bunlar, yaşayanlara anlatılmasının hoş karşılanmadığı ama “herkese özel yazılmış” olan yazgının dünya bölümündeki son sayfasından bir alıntı niteliğindedir. 


Sesler, dilsizin dudaklarından dökülünceye kadar masumluktan uzak. Bir hevesle düşünce cennetten, yarım ısırıkla şımartmaya değmediğini anlamış insanoğlu, kendinden çok uzak diyarlara hapsettiği ruhunu. Ölmek için doğmuşken, yaşamı fısıldayan sesler kalmayı da engelliyor, gitmeyi de. Varlığı temelinden getiren bir kayın ağacı gibi salıyor köklerini, tâ ki ulaşıncaya kadar her şeyin başladığı yere. Tükenmiş gücü, artmasına sebep oluyor telaşının. Hiç ilerleyemeden dönüp dururken aynı yerde, umutsuzluktan doğan o süreğen karamsarlıkla, çoktan merhum olan yarına bakarak derin bir uykuya dalıyor.


O SESLER Kİ...

Yaşamını keyifle sürdürdüğü dev pamukları andıran bulutların üstünden, daha önce zihnindeki bataklığın kıyısından bile geçirmediği, duvarları “acı taşlarıyla” örülmüş labirente düşebilir mi insan?

17.02.2021 10:28:00