Furkan Karaderi

Kimini doğum tarihiyle bildik 6 Şubat dedik, kimini yılıyla tanıyıp 99 diye seslendik. Kimini doğum yeriyle anıp Bingöl, Elazığ, İzmir derken kimini kütüğüyle tanıyıp Göl’cük’, Pazar’cık’ diye seslendik. O kadar çok doğurduk ki hangisine sesleneceğimizi bilemedik.

Adına ne dersen de Erzincan, Gölcük, Van, İzmir, Bingöl, Elazığ, Kahramanmaraş ve daha nicesi. Saymaya kalksak neredeyse her bölge her şehrin adı bir depremle anılan şu topraklarda bu kadar afeti yaşayıp da halen aynı hatalarda ısrar etmemiz de “ibretlik”… Gencinden yaşlısına suçlusundan suçsuzuna, haklısından haksızına hepimiz şapkamızı önümüze koyduğumuzda göreceğiz ki,


“Bir binadan bir demir çalsan nolur ki” derken ki ayıbımızın üstünü “denizin kumuyla” örttük. “Sus payı” kadar “pas payı” bırakıp, alınan haraçları arasına harç ettik…  Katı kata kattık. Toprağı ayaklar altına aldık. Yükseldikçe yükseldik. Göğe değdi başımız. Sonra girdik içine.  Bu kez de dar geldi odalar daraldı ruhumuz. Mobilyaları sığdıramayıp kolonlarını kestiğimiz evlere tabutları sığdırdık… 

Mezarları genişletemedik ama odaları genişlettik. Bir odaya sığamadık ama bir mezara kucak kucağa sığarken bulduk kendimizi.


Bize yuva değil kuyu kazan müteahitleri paramızı yedikleri tatil köşelerinden, mahkeme salonlarına getiremedik bile. Hasbelkader geleni de birkaç ay içeride tutup sonra hemen dışarı salıverdik. Ve neticesinde nolduk dersen?


Suçlu suçunu işledi ama olan biz masumlara oldu.

Tükendik, yıldık, yıkıldık ve öldük biz…  Bin bir acının ortasında, feryat figanlarımızla çöktük ve bir enkaz altına gömüldük biz… 

Kimimizin canı, kimimizin malı, kimimizinse anıları ve acıları… Ama her birimizin bir parçası kaldı o enkazda… Dolduk, taştık, yandık da ; sönmeden, ölmeden öldük!

Acımı kim duyar bilmem de,

“Sesimi duyan var mı?!”
***
 

Bugün 17 Ağustos’un yıl dönümü. Vefat edenlerimize Allahtan rahmet diliyorum. Birçok kurum bugün çalıştaylar, programlar düzenliyor olası depremler öncesinde ne yapılabilir diye? 

Bahsi geçen kentsel dönüşümleri, kaçak yapı yıkımlarını, deprem dirençli kentleri kurmayı kaç yılda tamamlarlar bilmem, önümüzde yıllarımızın değil günlerimizin bile olup olmadığını bilmediğim gibi.

Ancak hepimizin üzerine düşen sorumluluklar var. Birgün o taşın altında kalmamak için bugün bu taşın altına elimizi koymak zorundayız. Zira depremleri engelleyebilmemiz mümkün değil ama depremin verdiği hasarı minimize edebilmemiz mümkün. En az hasarla, en az ölü ve en az yaralıyla. Ve tabi en az yarayla… 

İşte tam da bu noktada 6 Şubat depremleri bize en çok da arama kurtarma personeline olan ihtiyacımızı gösterdi. Kurumların ellerindeki personel sayısı deprem sonrası personel sayısıyla aynı olmayacak. Zira maalesef bazı personeller enkaz altında kalırken bazısıysa deprem sonrası yaşanan artçılarda enkazda yaralanacak. Bu sebeplerden dolayı arama kurtarma eğitimlerini en azından temel düzeyde dahi olsa kitlelere anlatmak ve sunmak zorundayız.  Gerek nitel gerekse nicel olarak bu artışı sağlamak zorundayız. 

Yoksa, her şey için çok geç olduğunda, bir enkazın derinlerine seslenip enkaz altı sessizliğinde bir ses ararken; evlerin yollara yıkıldığı, ambulansların hareket bile edemediği sokaklarda bir enkazın yanıbaşından yükselen “bari ölüsünü ver be abi” çığlığına dayanmaz yüreğimiz…

 


Bari ölüsünü ver be abi!

Evimize doğan nur topu huzurlar ararken enkazımıza doğan har topu acıları büyütür olduk. Ve sonra o “har topu” gibi kucağımıza doğan acıların kulağına isimlerini okuduk.

17.08.2024 09:42:00