Daha önce gece yatıp sabah kalkamayacağınızı, canınızdan çok sevdiğiniz insanları bir daha hiç göremeyeceğinizi düşündünüz mü? Düşünün. Çünkü bu her an, hatta şu an bu yazının bu kelimesini okurken bile yaşanabilecek bir olay. Olay, travma ya da her neyse. Bu kötü bir durum. Benim düşüncem değil nesnel bir düşünce. Aksini iddia eden tek bir insan bile bulabileceğinizi düşünmüyorum.
Tam bir hafta önce 6 şubatta belki de bir çocuk gece o yastığa başını mutlulukla koydu. Çünkü tatildi. Tatil üstüne tatil. Ne kadar büyüleyici, değil mi? Okul yok. Belki de arkadaşlarıyla beraber dışarıda kar oynamayı hayal etti kafasını o yastığa koyunca. Belki de rüyasında gördü bunu.
Saat sabaha karşı 04.17. O çocuk çok şiddetli bir sarsılmayla uyandı ve ağlamaya, bağırmaya başladı. Annesine, belki de babasına. Hemen onların yanına koşmaya çalıştı. Ama daha yan odaya bile gidemeden olduğu yerde yere çöktü. Evi çöktü. Odası, oyuncakları, annesi, babası, belki de küçük kardeşi ya da ablası. Kısaca bütün hayatı o evle birlikte yıkıldı.
Çocuk yere kapandı. Elleriyle başını korumaya çalıştı. Okulda tatbikatlarda gördüğü gibi. Çok korktu. Ağlıyordu, küçük bebeklerin ağlama seslerini, anne babasının seslenişlerini duyuyordu.
Çocuk üzerindeki tonlarca ağırlıktaki betonlarla tam bir hafta orada kaldı. Bir hafta, yüz altmış sekiz saat, on bin seksen dakika.
Çocuk ilk saatler korktu. Çok korktu. Hatta korkudan öleceğini sandı belki. Ama ölmedi. O ölmedi. Anne babasına seslendi. Kimsenin sesini duyamıyordu. O tonlarca beton yığınının arasından çıkamayacağını düşündü belki de. Ölüm korkusu dört bir tarafını sardı. O çok sevdiği evi, apartmanı mutluluk ve huzur yerine ölüm kokuyordu şimdi.
Aradan bir gün geçti çocuk belirli bir şekilde hareket edebiliyordu. Karnı acıkmıştı. Sabah kahvaltıda ve akşam yemeğinde yarım bıraktığı yemeği hatırladı. Bilse onları da yerdi. Belki yemiş olsaydı acıkmazdı.
Aradan iki gün geçti. Çocuk iyice acıktı, susadı. Belki biri beni bulur diye seslendi. Neredeyse ses tellerini yırtacaktı. Annesini ve babasını özlemişti. Küçük kardeşi daha üç aylıktı. Kendisi daha dayanamıyorken, o nasıl dayanacaktı?
Aradan üç gün geçti. Çocuk hareket etmeye çalıştı. Edemedi. Sesini duyurmaya çalıştı. Duyuramadı. Yatağının oradaki su geldi aklına. Keşke onu yanıma alsaydım diye düşündü. Yatağı çok uzağında değildi. Bir şişe su ve yemeyip yarım bıraktığı kraker oradaydı. Ama uzanamıyordu.
Aradan dört gün geçti. Çocuk henüz dört gün geçmiş olmasına rağmen sanki yaşlanmıştı. Üstü başı toz içindeydi. İçinden annesinin onu bu halde görmemesini istedi. Bu halde görse üstü kirlendiği için kızardı.
Aradan beş gün geçti. Çocuğun artık bağırmaya direnci kalmamıştı. Belki her şey bir rüyadır dedi. Kötü rüyalar. O, hiç kâbus görmemişti ki? Kâbus neydi?
Aradan altı gün geçti. Çocuk sesler duydu. Birkaç abi ve ablanın sesini. Onlara seslenmeye çalıştı. Sesi kısılmıştı. Ya beni duymazlarsa diye düşündü. Ölümün ne olduğunu bile bilmeyen çocuk o an ölümü hissetti. Ne annesi ne babası ne de kardeşini düşünebiliyordu. Tek düşündüğü ölümdü.
Aradan yedi gün geçti. Abi ve ablaların seslerini daha yakınında duyuyordu. Yarı uyanık, yarı baygındı. Seslenmeye, etrafındaki yığınlara vurup ses çıkarmaya çalıştı. Çocuk o kadar susamıştı ve acıkmıştı ki betonları yemeyi bile düşündü. Oysa onun yemeği çok da uzağında değildi. Çocuk artık umudunu kaybetmişti. Gözleri bir kapanıp bir açılıyor, yaşamak istiyordu.
Çocuk aradan ne kadar zaman geçtiğini bilmiyordu ancak artık sesler daha yakındaydı. Bayılmadan önce son gördüğü şey karşısındaki kişinin ona doğru bir ışık tuttuğuydu.
Çocuk etrafında sesler duydu. Olduğu yerden hareket ettiğini hissetti. Onlardan su istemeye çalıştı. Alkış sesleri duydu.
Aradan çok uzun süre geçmeden çocuk dudaklarında bir şey hissetti. Boğazı yandı. İnsan suyun tadını unutur muydu?
Çocuk günler sonra gülümsedi. Ağlamaya başladı. Bu sefer korkudan değildi bu gözyaşları. Ne için olduğunu çok iyi biliyordu.
O çocuk yedi gün, yüz altmış sekiz saat, on bin seksen dakika sonra on üç şubat saat 04.17’de oradan çıktı.
Çocuk henüz yirmi günlüktü, üç yaşındaydı belki. Ya da yedi yaşında. On üç yaşında. On sekiz yaşında. Daha hayatının en başında. Belki de hayatının ortasında. Otuz üç yaşında. Kırk beş yaşında. Elli dört yaşında. Hayatın bütün kötülüklerini, iyiliklerini gördü belki. Altmış iki yaşında. Yetmiş dokuz yaşında. Seksen bir yaşında. Doksan altı yaşında.
Ama o hala bir çocuk. Çünkü o tonlarca ağırlıktaki yığının altında, yüreğinin en derininde o korkuyu hissetti. Ölüm yanı başındaydı onun da. Her nefesini sanki son nefesi gibi verdi. Yirmi günlük olan da bir hayattı, doksan altı yaşında olan da.
Yedi gün, yüz altmış sekiz saat, on bin seksen dakika sonra sabaha karşı saat 04.17’de bir çocuk kurtuldu. Aynı zamanda başka bir çocuk son nefesini verdi. Başka bir çocuk ağladı. Başka bir çocuk yüreğinin en derininde hissetti korkuyu. Başka bir çocuk belki de birkaç santim uzağındaki o yemeğe, o suya uzanamadı. Başka bir çocuk utandı, sabah bitirmediği yemeği için utandı.
Hepsinin yaşadığı hayat yedi gün direnmek için değer miydi? Belki de yedi gün önce o çocuk hayatın anlamını bilmiyordu. Ancak o yedi gün o çocuğa hayatın anlamını anlattı. Acı vererek anlattı. Çocuk anladı. Belki de artık hayatının bir anlamı vardı. Belki de o çocuğun artık anlamı olabilecek bir hayatı yoktu…
13 Şubat saat 04.01 tarihinde o çocuğun hayatının anlamını yitirmesinin üzerinde altı gün yirmi üç saat kırk altı dakika geçtikten sonra gözyaşları içinde yazılmıştır.