Bir tefekkür ayeti ile daha karşılaştım. Çağın önemli kavramlarından birini telaffuz ediyordu. “Ben dilersem, ben istersem, istediğimi yaparım...” diye nefsini yücelten, kendini Kaf Dağı’nın tepesinde gören, Fildişi kulelerinden inemeyen zavallı insan için, Rahman olan kudret sahibi Allah şöyle söylüyordu.
“Ve mâ teşâûne illâ en yeşâallahu rabbul âlemîn” Tekvir suresinin son ayeti kerimesi yani 29. ayeti böyle bitiyor: “Alemlerin rabbi dilemedikçe sen dileyemezsin”
Yani şimdi ne anladım bundan... İnsan kendi başına “ben istedim, ben arzu ettim, benim dileğim...” diye belirttiği her şeyin, aslında Allah'ın dilemesiyle, Allah'ın müsaadesi ile olduğunu bilmesi lazım.
Bana Rahman olan Allah’ın, rab oluşunu yani terbiye edici olduğunu ve bütün yarattıklarını her haliyle bildiğini ilham etti bu ayet. O hiçbir şeyi boş bırakmadı. Ne haliniz varsa görün, demedi. Münkirlerin inkar etmesine, kendisine şirk koşulmasına, (rızası olmadığı halde) bile müsaade etti.
Çünkü kulların yaptığı en azgın iş/fiil bile onun şânından, büyüklüğünden hiçbir şey eksiltmez. Güçlü ve kudretli olan, yaratılmışlardan müstağni olan Allah’a bir zarar gelmez. Lakin yeryüzündeki insan kalabalığı, yönlendiren reklamlar ve propagandalarla hatta büyük büyük düşünce okullarında yapılan bilimsel, filmsel açıklamalarla insanlara kendini kabul ettirmeye çalışan ve “küçük bir tanrıcılık oynayan yeryüzünün zalimleri” korkuyorlardır böyle ayetlerden.
Bizim bunca bilimsel çalışmaya rağmen, bunca reklama ve propagandaya rağmen, nasıl oluyor da insanlar hala ilâhî bir sese kulak verebiliyor, diye kafalarındaki saçlarını yolabilirler. Ürettikleri teknik araçlarla, yazdıkları yazılımlarla, kendi fikirlerinin öncüleri sanatçı dedikleri zübbelerle, bunca zamandır gece gündüz Allah yolundan saptırmaya çalıştıkları o zavallı kullar, nasıl oluyor da Rahman’a dönüyorlar.
“Onlar ağızlarıyla Allah’ın nurunu söndürmeye çalışıyorlar” buyuran ayet-i kerime dahi bu hakikati açıklıyor. Lakin alemlerin Rabbi olan Allah dilemedikçe hiç kimse, hiç bir şey dileyemez, isteyemez.” Aradaki tüm perdeleri kaldırıp hakikatleri apaçık görmek isteyen bir göz için, hakikati ayan beyan idrak etmek isteyen bir akıl için işte bu muazzam bir cümle.
İnsanın kendisine yaptığı en büyük zulüm de Cenâb-ı Allah’a karşı yapılmış olan en büyük cürüm de sübhan olan yani olgun/kemal sıfatlarla bezenmiş, noksan/nakış sıfatlardan uzak kalmış Rabbimiz için hiçbir şey anlam ifade etmiyor.
Dileseydi kullarına iman etmelerini bir kelimesi ile sağlayabilecekken O, yeryüzünün bir imtihan yeri olmasını dilediği kullarını hak yola davet etmek için peygamberler gönderdi. Yani birileri “Hadi senin Tanrın nerede, gelip yardım etse ya...” gibi anlamsız cümleler sarf edebilirler. Hırslarına gem vuramayan bu kızgın ve azgın grup debelendikçe yakıcı cehennemdeki yerini hazırlayacaktır.
Biz Müslümanlar olarak dileklerimizi, arzularımızı dua makamında Cenâb-ı Allah’a sunuyoruz. Önderimiz Hz. Muhammed (sallallahu aleyhi ve sellem) öğrettiği kelimelerle O'na sesleniyoruz. “Rabbenâ.. innî ürîdü...” gibi kelimelerle başlayan taleplerimizi semalara gönderiyoruz. Alemlerin Rabb'inin bize öğrettikleri ile biz de ondan talep ediyoruz. “İyyâ kena’budu ve iyya kenestaîn İhdina’s-sırat’el-müstakîm. sırat'el-lezine en’amte aleyhim gayril mağdûbi aleyhim ve’leddâllîn.” Ya Rabbi, ancak sana kulluk ederiz ve senden yardım isteriz. Bizi sapıkların ve dalâlete düşmüşlerin değil nimet verdiklerinin dosdoğru yoluna ulaştır.” İşte böyle dualarla Rabbimizden öğrendiğimiz kelimelerle ona dönüyoruz, ondan talep ediyoruz.
Bence çok akıllıca, çok mantıklı bir yaklaşım. Alemlerin rabbi ne derse doğru olan odur. Doğru yoldan ayırmasın. Kula, kulluk yakışır; kıllık yapmak ayıptır.