Birbirinden eşsiz renk ve kokuda çiçekler açıyor, küçük tavşanlar samimi dostlarıyla güle oynaya hayatın tadını çıkarıyordu, bir tiyatro sahnesine benzeyen yeryüzünde. Kuş cıvıltılarının eşliğinde, sımsıcak güneş kucaklarken doğayı, iyilik yayılıyordu etrafa. Sonra nerede başladığı bilinmeyen uzaklardan, çoktan haritadan silinmiş diyarlardan kara bulutlar yaklaşıyor yavaş yavaş. Kendine hayran bırakan çiçekler ve sevgi veren tüm o şeyler kanla boyanır gibi çürüyor gözünde birden bire. İçine işliyor göğü yaran kasvet. Yüreğinin zift dökülmüş kısmı, zihninin usulca silmesine izin veriyor iyilikleri, yapılmış tüm kötülüklere karşı. Acımasız oluyor sonradan sonraya. Sindiremiyor bir türlü hayatın basit gerçekliğini. Geçmişten geleceğe kurduğun bağ, sıkı bir düğüm attığın ve açılması imkansız sandığın ip gibi ama bir anda ne olduğunu anlamadan çözülüyor. Zihnini kemiriyor, imkansızlıklar üzerine kurduğun tüm olasılıklar. Buruşturup atmaya mecbur olduğun senaryolar ezberinde olduğu için onları atamayacağının farkındasın ve silemiyorsun da aklından, unutmak için debelensen de nafile. Arkandan, acıya susamış düşünce yaratıkları kovalıyor.
Sen kurtuluş için çırpınıyor, peşindekinin ne olduğunu fark edemeden, nefessiz kalıncaya dek koşuyor, koşuyor ve hiç durmadan koşuyorsun. Dur durak bilmiyor yaratıklar, doğruyu yanlıştan ayırt edemiyorlar. Sen de ruhunun acizliğiyle, herhangi hafif bir esintinin alıp götüreceği, ince bir yaprağın gölgesine sığınarak biraz soluklanmak derdine düşüyorsun. Buna karşı, kurtulmak bir yana, karanlık girdaba hapsoluyor ve bir adım dahi ilerleyemeden aynı yerde dönüp duruyorsun. Sonra, kaybolmasına fırsat verdiğin o ipi tekrar çıkarıyorsun zamanın deldiği cebinden. Bu defa, belki en yüksek dağın zirvesinden sonsuzluğa uzanıyor. Sen de bir cambaz gibi artık kıldan bile ince hale gelmiş ipin üstünde, aradığın ve bulmayı umduğun çıkışa yürümek istiyorsun.
Bu sana, yaşayacağın sonraki hayatı hatırlatıyor. Yakaladığın ya da kaçtığın, bulduğun ya da kaybettiğin, değer verdiğin ya da yok saydığın her şeyin, bir hayli hassas olan terazinin kefelerindeki dengesinin olanca gerçekliğiyle gösterileceği zamanı hatırlatıyor. Hazır ol veya olma hiç fark etmiyor, verilen zamanı en iyisiyle geçirmiş olman öğütlenmişti her defasında. Yine de dik durarak sağlamaya çalışıyorsun, zaman defterinden silinmiş bir vakitte, kaybettiğin dengeni. Dışarıdan bakan bir çift göz, kendinden emin sanıyor adımlarını. Ama içten içe, ürkütücü bataklığın dibinde bir yer hazırlamışsın kendine. Kulağından içeri katil arılar girmiş gibi zihninde vızıltılar dolanıyor.
Doğru yolda olduğuna inandırsan da kendini, tedirginliğin ve hiç yoktan yarattığın korkutucu ihtimaller peşini bırakmadığından bakışların hep, bir yerden sonra sis haline gelen aşağı doğru. Ürküyorsun, terliyorsun ve başın dönüyor. Midende de işler pek yolunda değil gibi. İp git gide çürüyor, güveler keyfini çıkararak yiyor onu, afiyetle. Ve ip, artık inceldiği yerden kopacağa benziyor.
Ancak aradığın kurtuluş belki de bir masal perisinin sihirli değneğinde, postacı güvercinin gökyüzdeki sonsuzluk kapısandan geçerek getirdiği büyülü mektupta, Lethenin acı suyunda yıkaman gereken zihnin ve yüreğinde, hatta belki de paslanmaya yüz tutmuş inancının içindedir.
Kurtuluş, belki de yaşamın kendisindedir... Kim bilebilir ki?